24 Ocak 2017 Salı

Geçenlerde bir söz okudum.
"Tanrım, dualarımın gerçekleşmesine engel olan günahlarımı affet..." diye.

Bu yazıları bir gün biri okuyabilecek mi? Cecilia'nın günlüğünü tüm mahalleli okumuştu. Çünkü merak ediyorlardı. Sadece Cecilia'yı değil, diğer dört kız kardeşini de merak ediyorlardı. ( http://www.idefix.com/Kitap/Bakir-Intiharlar/Jeffrey-Eugenides/Edebiyat/Roman/Dunya-Roman/urunno=0000000715516)

Bu beş kız kardeşin yok oluş sebebi duygusal açlık diye belirtiliyordu.

Bazen çok fazla duygu karmaşası yaşıyorum. Saniyeler içinde ruh halim değişiyor ve bu beni çok yoruyor.

Tanıdığım herkesten uzaklaşmak istiyorum.

5 Ocak'ta neredeyse ölüyordum. O an hayatımın bittiğini düşündüm ve korktuğum tek şey acı çekerek ölmek ve ailemin ben gittikten sonra yaşayacağı süreçti.

Ölüm sonrasını, cennet - cehennem kavramını hiç düşünmedim. Korktuğum tek şey canımın ne kadar yanacağıydı.

Uzun zamandır hiçbir şeyden keyif alamıyorum. Kurduğum hayalleri gözlerimin önünde başkaları birebir gerçekleştiriyor. Sadece uzaktan bakıp izleyebiliyorum.

Neva'nın da dediği gibi "hayallerini kurduğum o güzel tüylü beyaz kuş..."

Fairuz'un da dediği gibi;

Kışın seni sevdim
Soğuk günlerde, kış günlerinde
Kaldırımı göl ve sokak garip
O kız gelir eski evden
Ve ona der bekle, o da bekler yolda
Ve gider ve unutur, Kız da kışla solar
Kışın seni sevdim, yazın seni sevdim
Kışın seni bekledim, yazın seni bekledim
Gözlerin yazdır, gözlerim kıştır
Kavuşmamız, sevgilim, yazdan kıştan ötesindedir
Bir yabancı kadın geçti, bana mektup bıraktı
Sevgilimden hüzünle karışık gözyaşlarıyla yazılmış
Açtım mektubu, harfler kayboldu
Ve günler geçti, ve seneler geçti
Ve mektubun harfleri kış onları sildi
Kışın seni sevdim, yazın seni sevdim
Kışın seni bekledim, yazın seni bekledim
Gözlerin yazdır, gözlerim kıştır
Kavuşmamız, sevgilim, yazdan kıştan ötesindedir.



16 Kasım 2015 Pazartesi

Hope there's someone ...

Hope there's someone 
Who'll take care of me 
When I die, will I go 

Hope there's someone 
Who'll set my heart free 
Nice to hold when I'm tired 

There's a ghost on the horizon 
When I go to bed 
How can I fall asleep at night 
How will I rest my head 

Oh I'm scared of the middle place 
Between light and nowhere 
I don't want to be the one 
Left in there, left in there 

There's a man on the horizon 
Wish that I'd go to bed 
If I fall to his feet tonight 
Will allow rest my head 

So here's hoping I will not drown 
Or paralyze in light 
And godsend I don't want to go 
To the seal's watershed 

Hope there's someone 
Who'll take care of me 
When I die, will I go 

Hope there's someone 
Who'll set my heart free 
Nice to hold when I'm tired 



3 Mayıs 2015 Pazar

Hepimizin doğup büyüdüğü bir yer var.

Ama doğduğumuz ülkeyi veya şehri sevmek zorunda değiliz ki. Gerçi ben hem ülkemi seviyorum, hem de doğup büyüdüğüm, hala da yaşadığım şehri çok ama çok seviyorum. Ama çok seviyor olmam kalbimde başka diyarların sevgisinin yatmadığını söylemiyor.

Hep müzikler yüzünden, başka kültürlerin müziklerini o kadar çok sevip, dinleyip benimsiyorum ki, en azından hayatımın bir süresi orada geçsin istiyorum.

İlk önce Ortaçağlıydım. Babamın arabanın kasetçalarına Loreena McKennitt kasedini takmasıyla başladı her şey. Muhtemelen 5-6 yaşlarında olmalıydım o zamanlar. Yolculuktayken pencereden dışarı bakar ve müzik eşliğinde hayaller kurar, kendimi Ortaçağda hayal ederdim. Çekirdekten yetiştim yani.

Sonra bir gün Youtube'da gezinirken BraAgas grubuna denk geldim. "Aa ne güzel, vay ne harika" derken yandan ısrarla Faun çıkıyordu ve ben ısrarla açmıyordum. Dayanamadım açtım tabi ve o zamandan beri duygu dünyam bambaşka bir evrende, bambaşka bir doğrultuda dolanıp duruyor. Dizginleyemiyoruz.

Faun'dan sonra 2 sene kadar Pagan oldum ben, gerçekten. Aslında hala öyleyim. İnsanın doğasında var Paganlık.

İnternette Paganizm diye aratınca direk "Putperestlik" çıkıyor insanın karşısına. Halbuki Doğaana'ya, Yağmura, Güneşe, Bulutlara, Ağaçların Ruhuna, Baharın ilk gününe duyulan saygıdan ve minnettarlıktan bahsedilmiyor.

Neyse.

Uzunca  bir süre EluveitieWardrunaTrobar de MorteGarmarna gibi birbirinden uçurucu gruplar dinledim, yazının en başında bahsettiğim konuyla alakalı olarak o zamanlar ruhumun memleketi İskandinavya idi ve kendimi oraya ait hissediyordum. Bedenim sabahın köründe kalkıp okula gidiyordu ama ruhum sürekli İskandinavya'da Pagan ayinleri düzenliyordu.

Sonra nasıl olduysa kendimi birden Hindu buluverdim.

Dedim ya, hep o müziklerin yüzünden.

Artık hep koyu bir Pagan, hem de yeni yeşeren bir Hinduydum. ( Ama artık daha çok Hinduyum sanırım. )

Ya ben ne anlatacaktım, nereden nereye geldim.

Asıl anlatmak istediğim nokta hepimiz bir yerlerde istemeden de olsa yaşıyoruz ama asıl yaşamak istediğimiz yerler çok başka. İşte ben de geçenlerde hayatımın tamamını geçirmek istediğim o harikulade yere gittim. Kulağımda olmasa da kalbimden kendiliğinden kulaklarıma yükselen, yukarıda anlattığım olayları yaşamamı sağlayan müzikleri dinledim.











23 Mart 2015 Pazartesi

Asleep

Sing me to sleep
Sing me to sleep 


Bu aralar bu sözleri aklımdan çıkaramıyorum...

Aslında yeni tanışmış sayılmam, The Smiths yıllardır benimle beraber. Ama bir türlü Asleep şarkısıyla nerede tanıştığımı hatırlayamıyordum.

Her şarkıyla ayrı bir tanışma hikayem var, bu yüzden müzik dinlemeyi çok seviyorum (Çünkü eskiden Shazam gibi bir nimete sahip değildim.) çünkü dinlemek için çabalıyorum. Şarkının adını ve kime ait olduğunu bulmak bazen aylarımı hatta yıllarımı (ki gerçekten bulması 10 yıl süren bir müziğim var o da
 bu - bunu başka bir zaman anlatmayı çok istiyorum. ) alıyordu. 

Günlerdir ruh gibi dolanıyorum çünkü gerçekten The Smiths beni çok derinden etkiliyor. Morrissey öyle bir adam ki sesini her duyduğumda gözyaşlarıma engel olamıyorum. (Zaten onun istediği de bu, acıklı sesiyle, acıklı sözleriyle... Ah adam sana kızsam mı sevsem mi bilmiyorum.) 

Asleep ile ikinci karşılaşmam The Perks of Being a Wallflower filmiyle oldu. Duyar duymaz "Ya ben bunu biliyorum, ama Smiths'ten dinlemedim, nereden biliyorum, nereden duydum, nereden nereden?" diye kendimi yerken sonunda hatırladım.

Yıllar önce Sucker Punch diye bir film izlemiştim, onun 
Soundtrack
 listesinde yer alıyordu. 

"Ehh, artık rahat rahat ölebilirim." dedim kendi kendime. 
Bu gece yatağa girince  I don't want to wake up / On my own anymore / Don't feel bad for me / I want you to know / Deep in the cell of my heart / I really want to go diyeceğiz Morrissey ile birlikte. 

Benim için The Smiths demek çok şey demekti bir zamanlar. Hala çok şey ifade ediyor ama aştım, aşıyorum. Sevdiğim bir grubu dinlememe kimsenin engel olmasına izin vermiyorum. 

Ah Morrissey, her şey senin için. Senin için anılarımı bir kenara bırakıp müziğinin ve sesinin kollarına koştum yine. Bu gece kulağımda sen ve acıklı sesin var. Bu gece yine beraberiz ve yine eteğimdeki taşları döküyorum sayende. Sen sadece ağzını oynatıyorsun ve tüm gizli düşüncelerim, sırlarım anında uçup gidiveriyor dudaklarımdan. Bazen beni kuyunun dibine batırıyorsun ve bazen de gökyüzüne merdiven dayıyorsun benim için. 

Ve hala Morrissey,  hala kendimi senden uzak tutamıyorum. 





16 Mart 2015 Pazartesi

LALELER


     Balkondaki saksılara yeni çiçekler ektim, her mevsim geçişlerinde karakterim değişiyor. Kışın doğadan çok uzaklaşmıştım, yağmur yağdıktan sonra fırlayıveren solucanları takip etmedim, arnavut kaldırımlarının arasından yeşeren yosunların fotoğrafını çekmedim, evden çıkmadım, kendimi şimdiki zamanın müziklerine kaptırdım. 

     Dönem dönem (bu genelde yazdan kışa ve kıştan yaza geçiş dönemlerinde oluyor) karakterimde ufak değişiklikler yaşıyorum, bu iyi yöne de oluyor kötü yöne de. Elimden engel olmak gelmiyor.

(Buraya kadar olan kısımda Gaia 'yı dinledim.)

     Bu sefer çok " şimdiki zaman " oldum, Paganizm'i bıraktım, kitapları bıraktım, bulutları bıraktım, şarkı söylemeyi ve günlük yazmayı bıraktım. En son ne zaman günlük yazdığımı hatırlamıyorum. 

     Belki de kış mevsimine kötü bir giriş yaptığım içindir bu durumum. Uzun zamandır Faun dinlemediğimi farkedince "Ben neredeyim?" diyecek kadar şaşırdım kendime. 

     Faun bir zamanlar hayatımdı benim, aşkımı, hayalimi, üzüntümü onlarla yaşadım. Her ruh halime uygun bir parçaları vardı. Herkese sevdirmek için çırpındım, fazladan bir kişiye ulaşsın diye resmen elimden geleni yaptım, Para almış gibi reklamlarını yaptım, sonra "Neden yapıyorum ki, bırak kendine kalsın, ne kadar az bilinirse o kadar değerli." politikamı devreye soktum ve kimseye anlatmamaya çalıştım. 

(Buraya kadar olan kısımda Karuna 'yı dinledim.) 

     Uzun zamandır dinlemediğim için bu ara yeniden çok dinliyorum, geçen zamanı telafi etmek istercesine, çiçeklerime de dinletiyorum. Çiçeklerim dediğim de, henüz filizlenmeye başlayan laleler. Renkleri bana sürpriz olacak. 
     
     Her sabah evden çıktığım andan itibaren kulağımda Faun olurdu, okulum şehrin biraz dışında, yeşilliğin, toprağın, doğallığın bol olduğu bir yerdeydi ve bu yüzden çok şanslıydım çünkü her sabah doğanın tüm güzelliği (buna deniz de dahil) gözlerimin önüne seriliyordu. 

     Özellikle yağmurlu havalarda Faun dinlemek en büyük mutluluğum oluyordu, yemyeşil çimlerin üzerinde ağaçların arasında zıplayarak Unda ' yı söylediğimi hayal ediyordum. Orman perisiydim ve solan her bitkiye, ölen her canlıya yaşamını geri veriyordum. İnsanlardan tamamen uzak fantastik bir evren kuruyordum kendime. 

(Buraya kadar olan kısımda Sieben 'ı dinledim.)

     Şimdiki zamanda yaşayıp geçmiş zamanın hayalini kuruyordum her zaman, hiçbir zaman tek bir kişi olmak istemedim, hiçbir zaman tek bir hayata, tek hayatın hayallerine sahip olmak istemedim. Dünyadaki her kültürde yaşamak istedim, tüm inanışlardaki Tanrı'ya,Tanrıça'ya, Tanrılara inanmak istedim, her ülkenin acısını yaşamak, her ülkenin toprağını koklamak istedim. Her ülkede aşık olmak, her ülkede ölmek ve bambaşka bir ülkede uyanmak istedim. Kendim olabileceğim her şekle girmek istedim, her kültürün türküsüne ağlamak, ölen her dilin canlı olduğu bir zamanda yaşamak, onlardan biri olmak istedim. 

     İçimden bunları isterken, dışımdan sabah 8 - akşam 5 "klasik", "normal" bir işe girebilmek için çaba harcamam gerekiyordu. 

     Ben güçlü bir insan değilim, hayatın güçlüklerinin altından çok kolay kalkamam, her şeye ağlar üzülürüm, bu yüzden içimden bunların hayalini kurarken dış dünyada bundan bir haber olacak insanlarla bütün bir günümü, bütün bir ömrümü geçirmek beni çok zorluyor. Nasıl tahammül edeceğimi bilmiyorum. 

     En kötü huylarımdan biri, sevmediğim bir müziği duymaya katlanamıyorum. Müzik duygu barındırır, sözlerini anlamasak bile bazı şarkılar ezgileriyle anlatır bize dertlerini. 

     Katlanamıyorum ya, katlanamıyorum duygudan uzak, herhangi bir müzik aletinin sesinin işitilmediği "şarkıları" duymaya. 

(Buraya kadar olan kısımda Tinta 'yı dinledim.) 

     Bazen herkesten uzak kalmak istediğim bir anda en yakın dostum, kendim, kitaplarım. müziklerim ve yeni ektiğim lalelerim oluyor. Kimi zaman kimseyi görmek istemiyorum, Lisa ve Fiona'dan başka insan sesi duymak istemiyorum. Bazen şimdiki zamana ayak uydurmakta çok zorlanıyorum. Bazen odamdan dışarı adım atmakta bile zorlanıyorum. 

     İyi ki müziklerim, kitaplarım ve büyümeye çalışan lalelerim var. Belki ben de onlarla beraber biraz büyürüm ve insanlarla yaşamayı öğrenirim. 

     Belki. 

(Das Tor)

15 Mart 2015 Pazar

Be Careful What You Wish For & Odissi - Sujata Mohapatra

Dileklerim hiç bitmiyor - herkes gibi.
Yada sanırım dileklerim beni tatmin etmiyor.
Yani dileklerimin gerçekleşmesi.
O kadar çok şey diliyorum ki, o kadar çok şey hayal ediyorum ki. Tabi hayallerimin çoğu gerçekleşmiyor ama gerçekleşenlerin hayallerimdeki gibi toz pembe olmamasından çok korkuyorum. Hayallerimde her zaman mutlu oluyorum ama hayalim gerçek olunca çok fazla mutlu olmuyorum.



Dileklerimde hiçbir zaman aynı ülkede olmuyorum, ya Ortaçağ Avrupasında yaşıyorum, ya İspanya'da yaşayan bir seferadım, ya Vikinglerin bir üyesiyim, ya Balkanlarda yaşayan beyaz yazmalı bir kızım yada Hindistan'da Odissi'ye gönül vermiş biriyim.



Bu arada, Odissi gerçekten gönül vermeye değer bir şey. Belki de şu yaşıma kadar yapma hayalini kurduğum en güzel şey. Çok fazla bilgi toplayamadığım için bir şey yazmayı düşünmüyordum.

Doğu Hindistan'da yeşeren, 4000 yıldır tapınaklarda yankılanan, Tanrı ve Tanrıçaların hayat hikayelerini, başlarından geçenleri ve yaşadıkları aşkları hürmetle sunma dansıdır. Tanrılara olan duaların ruhtan çıkıp vücut bulma halidir.

Her hareketin, her parmağın, her adımın, her bakışın bir anlamı, bir dili vardır.

Guru Sujata Mohapatra:




Ve kendi ağzından Odissi anlatımını buradan izleyebilirsiniz.


21 Ocak 2015 Çarşamba

Baby, did you forget to take your meds?

      İyiyim, iyi değilim ama iyiyim.

      Çok iyiyim aslında, istediğim saatte yatıp kalkıyorum, bakmam gereken çocuk yok, akşama ne pişirsem derdi yok. Ders çalışma derdim, sınav stresim yok. İşe - okula geç kalma derdim yok. Hayatımın en güzel ve en tasasız zamanını yaşıyorum.

      Ama benim "huzurdan rahatsız olan bünyem" geceleri uykumu kaçırtacak, nefes almamı önleyecek, gözlerimi dolduracak her şeyi pat diye atıyor önüme.

      İş aramam lazım diyorum bi tarafımı da kaldırmak istemiyorum. Hayat benim için iki kısma yarılmış durumda. Gündüz ve gece.

      Gündüz normalim, kahve, çay yapıp misafir ağırlıyorum, evi toparlıyorum, markete gidiyorum.

(**Bu "normal" lafına da çok sinir oluyorum, neye göre, kime göre normal ya? Dünya üzerinde yaşayan insanların çoğuyla aynı zevke sahipsen, aynı şeyleri sevip aynı şeyi giyiyorsan, aynı müziği dinliyorsan, aynı damak tadına sahipsen - yani tuzlu ve tatlıyı aynı anda yemekten hoşlanmıyorsan.-, normal oluyorsun. Halbuki anlatamıyorsun, bunun normallik olmadığını. Tekdüzeliğin hayattaki en anormal, gereksiz ve zararlı şey olduğunu. )

       Herkes yattıktan sonra başlıyor hayatım resmen. Defterime sayfalarca yazı yazıyorum, sabaha kadar kitap okuyorum, film izliyorum, manyak gibi müzik dinliyorum, milyonlarca yeni kültür, yeni inanış, yeni hayat, yeni müzik keşfediyorum ve bunu "normal" hayatımda yapmak çok zor ( Film izliyorum demişken, bir keresinde hayatımın en gereksiz ve boş yaşayan insanlarından biri "Canım yaa, sen böyle hep film izliyorsun, bir sürü film biliyorsun ama ne gerek var yani git bi kafeye otur kahve iç, iki insan gör. İnan filmler hayatından 90 dakika çalmaya değmez." dedi. Kimseye ağzının payını verme gibi bir yeteneğim olmadığı için sustum yine.). Arada yine "ona" bakıyorum. Üçte yatıp dokuzda kalkıyorum ve yine "normal" hayatımı yaşamaya başlıyorum.
     
      Keşke hep gece olsa. İnsanlarla beraberken hiç kendim gibi değilim. Kendimi yapay zeka gibi görüyorum. Zeka anlamında değil elbette. Çevre tarafından beyni hamur gibi yoğurulmuş, löp edilmiş "Ay evet canım aa çok ayıp, haklısın, yaa evet çok yanlış, hıhı aynen ya..." diyen bi tip oluveriyorum. İğreniyorum o zaman kendimden. Ya benim etrafım kendi gibi olmayan bir görüşü kabul etmemeye programlanmış manyaklarla dolu, ya da ben manyağım. İnsanların sürekli kendi düşüncelerini başkalarına empoze etmek istemesine alışamıyorum.

      Gerçek düşüncelerimin, gerçek inanışlarımın kimse tarafından bilinmemesi, - belki de bilinmek istenmemesi- beni aslında "ben" olarak çok az insanın (bazen hiç kimsenin) tanıyor oluşu yıpratıyor.

      Nereye kadar gidecek bu anlaşılamama durumum deyip duruyorum.

      Kısacası dışarıdan bakıldığında "normal", ama iç dünyasında fırtınalar kopan "anormal" biriyim.

      Bir gün en çok duyduğum soru şu olacak;

Baby, did you forget to take your meds?